Tarih kitaplarına biraz maruz kalmış veya ihtiyari olarak tarihin tozlu sayfalarında kendini kaybetmiş insanların malumu olduğu üzere 1. Cihan Harbi 28 Temmuz 1914 yılında resmen başlamıştı. Bu tarihe gelene kadar Osmanlı İmparatorluğu, Balkan Savaşları dolayısıyla balkanlardaki hükmünü resmen kaybettiğinden, İlber Ortaylı İmparatorluk vasfının da artık yitirildiğini ve Osmanlı’nın fiilen sona erdiğini belirtmiştir. Bu sebeple biz, bu yazımızda büyük savaşın yaşandığı tarihlerde Osmanlı yerine doğrudan Türkiye tabirini kullanacağız.
Peki Türkiye başlangıçta harp dışında kalmaya çalışırken ne oldu da kendini birden harbin içinde buldu? Müttefik olarak ilk çareyi İngiltere’de ararken nasıl oldu da Almanların safında yer almak zorunda kaldık? İttihat ve Terakki mensuplarının sergüzeştçi tavırları mı bizi bu çıkmaza sokmuştu yoksa Almanlar İngiltere’ye ve Rusya’ya karşı bizi bir kalkan olarak kullanmak ve bu yüzden mutlaka yanlarına mı çekmek istemişti?
Aslında bu büyük savaşı iyi idrak edebilmek için takvimi biraz daha geriye, 19. yüzyılın ortalarına çevirmekte fayda vardır. 1853 Kırım Harbi, bazı tarihçiler tarafından 1. Cihan Harbi’nin provası olarak değerlendirilmiştir. Çünkü Kırım Harbi’nde dönemin büyük devletlerinin tamamı savaşmış ve 1877-78 (rumi takvime göre 1293 harbi) Osmanlı-Rus Savaşı’yla da 20. yüzyılın siyasetinin haritası yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştır.
Hem Kırım Harbi’nde, hem de sonraki dönemlerde bizim müttefiklerimiz arasında en başta gelen devlet, tepesinde güneş batmayan imparatorluk olan İngiltere idi. Fakat İngiltere’nin bizim yanımızda yer alması elbette bize yakınlık duyduğundan değil, daha çok Rusya’nın yayılmacı faaliyetlerini durdurmak ve kendi menfaatlerine bir zarar gelmemesi içindi. Klasikleşmiş bir tabir olan Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası karşısında coğrafi konum olarak en büyük engel Osmanlı iken, siyasi olarak bu politikanın karşısında duran da hep İngiltere olmuştu.
Kırım Harbi esnasında, Karadeniz’de Rusları engellemek için bulunan Osmanlı donanmasının ani bir baskınla batırılması İngiliz ve Fransız kamuoyunda büyük tepkilere yol açtı. 1848 ihtilallerinin patlak vermesiyle yurtlarını terk edip Osmanlı’ya sığınan bazı mültecilere Osmanlı’nın kapıları açması ve Rusya’ya karşı bu mültecileri müdafaa etmesi, genel olarak Avrupa basınında Osmanlı’ya karşı olumlu rüzgarlar esmesini sağladı. İngiltere ve Fransa da, az evvel söylediğimiz gibi Rusya’nın yayılmacı politikalarını kendi çıkarları açısından uygun bulmadıkları için Rusya’ya karşı Osmanlı-İngiltere-Fransa ittifakının doğmasını sağlıyordu.
İngiltere donanması, Çanakkale Boğazı’ndan giriş yapmış, Osmanlı topraklarını koruma ve kollama emri almıştı. Donanmanın bir kısmı da, Rus deniz gücünü yok etmek için Sivastopol’un bulunduğu Kırım’a doğru yol aldı. Kırım’a gönderilen müttefik askerlerin sayısı 140 bine ulaşmıştı. Burada savaşan askerlerin çoğu İngiliz ve Fransız’dı. Osmanlı da Kafkaslarda çetin bir mücadele içindeydi fakat Rusları durdurmakta zorlandılar ve Ruslar Kars’ı ele geçirdi.
Osmanlı’nın imdadına müttefik kuvvetler yetişecekti. Savaşın ilerleyen aşamalarında Kırım’a çıkan müttefikler, Alma Irmağı kıyılarında Rusları mağlup ettikten sonra Sivastopol’u kuşatma altına aldılar. Ruslar burada ağır bir yenilgi aldı. Savaş devam ederken bu yenilgiyi sindiremeyen Rus Çarı 1. Nikola sinir krizi geçirdi ve hasta olmasına rağmen doktorları dinlemeyerek -20 derecedeki ağır hava şartları altında araziye inmiş ve askerleri yerinde teftiş etmek isterken aşırı soğuktan dolayı ölmüştü.
Ruslar, çarın da ölmesiyle moral olarak çökmüş ve savaşı kaybedeceklerini anlamışlardı. Savundukları kaleleri kendi elleriyle havaya uçurup gemileri batırdıktan sonra Sivastopol’u terk ettiler ve yenilgiyi resmen kabul ettiler.
Savaşın neticesinde Paris Barış Antlaşması imzalandı ve antlaşmaya göre Osmanlı toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı, antlaşmayı imzalayan devletlerin garantisi altında, yani İngiltere ve Fransa’nın koruyuculuğunda olacaktı. Boğazlar savaş gemilerine kapatılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu ayrıca, İngiltere’nin desteğini kaybetmemek için, gayrimüslimlere geniş haklar tanıyan Islahat Fermanı’nı ilan edeceğini bu antlaşmanın maddeleri içinde beyan etmişti. Türkiye’nin laikliğe uzanan temel altyapısı da bu fermanla hazırlanmış oluyordu. Ancak konu dışında kaldığı için fermanın kapsadığı prensiplere burada temas etmeyeceğiz.
Neticede, Fransız ve İngilizler Cromwel’den sonra ilk defa birlikte savaştılar. Osmanlı aleyhine faaliyet gösteren Rus taarruzları, 93 Harbi’ne kadar durdurulmuş oldu. Başkent İstanbul’da, savaş boyunca çok sayıda Avrupalı asker, elçi ve diplomat bulunmuştu. Bu sebeple İngiliz ve Fransız elçilerin Osmanlı yönetimi üzerindeki tesiri iyice artmıştı. Bu savaştan sonra Bâb-ı Âli’de sadrazam ve nâzır olabilmek için, bu iki büyük devletin elçilerinin desteğini sağlamak önemli bir siyasi rol haline gelmişti.
Osmanlı’nın bu savaşla birlikte İngiltere başta olmak üzere Avrupalı devletlerle yakın temas kurması, yüzyılın sonuna dek sürdü. İngiltere ile vuku bulan ikili gelişmeler, İkinci Abdülhamit döneminin sonlarında bile devam etmişti. 93 Harbi’nde ise yine karşımızda Rusya yer almış, bu sefer Kırım Harbi’nin intikamını almak istediğinden yine bize savaş açmıştı. İngiltere bu savaşta, bir öncekinde olduğu kadar bizle yakın bir dostluk kurmasa da, bizim karşımızda da yer almamıştı. Tarafsız kalmak istemişti. Çünkü Ruslar önceki savaştan ders çıkarıp, İngiltere’yi, onların aleyhine bir girişimde bulunmayacağı konusunda ikna etmişti. Neticede Yalnız kalan Osmanlı bu savaşı kaybetti.
1914’e yeniden dönelim. Avrupa’da savaş başlamış, Almanlar İkinci Dünya Savaşı’nda aynısını tekrar edecek şekilde iki cepheli olarak; hem Fransa’ya karşı, hem de doğuda Rusya’ya karşı taarruza geçmişti. Türkiye’yi savaşa sokacak olan iki Alman gemisi, Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) Akdeniz’de bulunuyordu. Cebelitarık Boğazı’ndan başlayarak Cezayir önlerine gelen bu iki muharip gemi, Cezayir Limanı’nı bombalamıştı. 4 Ağustos’ta aynı bölgede devriye halinde gezen iki İngiliz gemisi, bu iki alman gemisini görmüş ve İngilizler, Almanlara nota vermişti. Nota kâfi olmayınca, İngilizler, önüne aldıkları bu iki Alman muharip gemisini kovalamaya başladı. Fakat yetişmekte zorlanıyorlardı çünkü İngiliz gemileri 25 milden fazla yapamamakta, buna mukabil Alman gemileri 29 mile kadar çıkabilmekteydi. 5-6 Ağustos gününü Sicilya’da geçiren Alman muharip gemileri buradan tekrar yola çıkarak Ege kıyılarına gelmiş ve kendilerini hâlâ takip etmekte olan İngilizlerden kurtulmak için çareyi Çanakkale Boğazı’na girmekte bulmuşlardı. Bu arada, İttihatçı Enver Paşa’nın da etkisiyle aynı günlerde Almanya ile Türkiye arasında ivedi bir antlaşma imzalandı. Kayzer Wilhelm, Berlin’deki Yunan elçisine Türkiye ile antlaşma yapıldığını ve bu Alman gemilerinin Türkiye’ye katılacağını bildirdi. Dönemin Yunan kralı aynı zamanda Kayzer’in eniştesiydi.
Alman savaş gemileri Çanakkale Boğazı’ndan içeri girmeyi başarır ve onlara içeride Türk kılavuz gemisi eşlik ederek, kendilerini mayınlı bölgeden geçirmiş ve güvenli bölgeye sokmuştur.
Alman gemileri boğazdan geçer ve bu gemilere Türk bayrağı çekilerek, bu gemilerin Türkiye tarafından Almanlardan satın aldığı yönünde izlenim bırakılmak istenir. Bu sebeple, bu gemilere ”Yavuz” ve ”Midilli” adı verilir. Ancak boğaz girişinde demirleyen İngilizler, bu gemilerin Alman gemisi mi yoksa Türk gemisi mi olduğunu ayırt etmek mümkün olmayacağı için Çanakkale’den çıkacak olan her türlü gemiye düşman muamelesi yapıp ateş edeceklerini bildirir.
21 Eylül’de İngiliz Amiralliği, Çanakkale Boğazı önlerinde hazır bekleyen İngiliz donanmasına şu emri verir: ”Goeben ile Breslau hangi bayrak altında çıkarsa çıksın batırılsın. Onlarla birlikte çıkacak Türk gemileri de batırılacaktır.” Fakat sadece Türk gemisi, kendi tasarrufu ile tek başına çıkacak olursa, batırıp-batırmama inisiyatifi orada bulunan İngiliz komutana bırakılmıştır. Uyarı olarak, Türkler açıkça savaş açma niyetinde bulunmadığı sürece onlarla kavga çıkarılmaması telkin edilmiştir.
O sıralarda Çanakkale Boğazı’nda komutan olarak bulunan Alman subayı Weber Paşa adında bir zattır. Bu paşa, emir vererek Çanakkale Boğazı’na tüm girişleri kapattırır. Boğazın kapatılmasındaki amaç basit ve bellidir: Yavuz ve Midilli, tehlikeli kovalamacadan kendini kurtarıp rahatça İstanbul’a ve oradan da Karadeniz’e açılıp Rus kıyılarına varıp Rusları abluka altına alma imkanına sahip olabilecekti.
Türkiye, geri dönüşü olmayan bir yola adım adım ilerlerken, bugün herkesin kafasını meşgul eden o meşhur soru gündemin belirleyicisi idi: Biz mi Almanların yanında savaşa girmek için can attık yoksa Almanlar mı bizi savaşa çekmek için bütün bu riskli yolu kendisine hedef belirledi?
Lafı ağzımızda fazla eveleyip gevelemeden cevabımızı hemen verelim: Almanların bizi kendi saflarında savaşa çekme arzusu, bu noktada baskın gelmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti içinden bile Enver Paşa harici aslında Almanlara sıcak bakan yoktu. Osmanlı kabinesinden bazı paşalar da o dönem hâlâ İngiltere ile eski dostluğu tekrar yaşatmak ve çareyi İngiltere ile müttefik olma yolunda aramış fakat bu arayış cevapsız kalmıştı. Çanakkale Cephesi’nde bir güneş gibi parlayacak olan Mustafa Kemal ise, Almanlardan ve Enver Paşa’dan adeta nefret ediyordu. Ona göre mümkünse tarafsız ve savaşın dışında kalmak en iyi yoldu.
”Mustafa Kemal, Türkiye’yi yalnızca Türklerin kontrol etmesi gerektiğini ısrarla savunmuştu. Göreve getirilseler bile Almanların sadece hizmet etmek üzere kullanılmalarını tavsiye etmişti, bütün o yetersizliğiyle Enver’in ulusal bir tehlike oluşturduğunu ve ülkeye zarar vereceğini söylemişti. (…) Almanlara karşı aşırı düzeyde bir nefret belirmişti, Türkler ve Almanlar arasında sık sık yinelenen tartışmalar ve tatsız olaylar çıkıyordu. Türkiye, dev Alman makinesinin önemsiz bir parçası durumuna düşmüştü. Savaşı kim kazanırsa kazansın faturasını Türkiye’nin ödeyeceği düşüncesi yaygın bir kanı haline gelmişti. Bütün Alman subaylarını kaçırıp ülke dışına sürmek gibi çılgınca bir komplo bile hazırlanmıştı.”
Harp patladığı zaman bu savaşın maksimum 6 ay süreceği düşüncesi yaygındı. Sadece İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchner’in bu savaşın uzun süreceği konusundaki tahmini doğru çıkmış ve İngiltere’yi, ona göre savaşa hazırlamıştı.
Peki ama savaş neden uzamış ve Almanlar bizi neden kendi saflarına çekmek istemişti?
5-11 Eylül tarihlerinde Fransa’da yapılan ve Almanların durdurulmasıyla sonuçlanan birinci Marn Zaferi’nden sonra savaşın uzayacağı belli olmuştu. Almanlar, Fransa’ya karşı başlangıçta hızlı şekilde ilerlerken savaşın ilerleyen aşamalarında durmuş ve taarruzu bırakıp siper savaşına geçmişti. Bu durağanlık, Almanların aleyhine olacaktı. Bu aşamadan sonra Türkiye’nin savaşa girmesi büyük bir risk oluşturacaktı ki öyle de oldu.
Mustafa Kemal Paşa, Sofya’da ataşemiliter iken İstanbul’da bulunan Dr. Tevfik Rüştü Aras’a 4 Eylül 1914 tarihli mektubunda şunları söylemiştir:
”Hangi tarafın galip geleceğine dair olan fikri kanaatimi söylemek istemem. Nazik ve mühim bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur. Almanlar büyük ve hayrete şayan bir saldırışla birçok Fransız kalesini çiğneyerek sağ kanadı ile Paris’i geçip Fransız ordusunu -arkası İsviçre’ye olmak üzere- sıkıştırdı. Bunun Almanların biricik maksadı olduğuna ve ona da muvaffakiyet elverdiğine herkes aynı fikirde idi. Bütün kâinat ve herkes, artık son kâti meydan muharebesine ve onun neticesine intizar ediyordu. Halbuki bu neticeye karşılık Alman ordularının Fransız ordusu karşısında geri çekildiği görüldü.
Şarkta, Ruslarla Almanlar arasında cereyan eden vakalarda Ruslar bozuldu. Fakat güneyde Rusların pek üstün kuvvetleri karşısında Avusturya ordusu çekiliyor. Batıda Fransız ordusu taarruza hazır. Binaenaleyh, Alman ordusu serbest değil. Şarkta Rus ordusu üstün ve Avusturya ordusu çekilmeye mecbur. Vaziyeti şöyle tefsir edebiliriz: Almanlar Fransız ordusunu kâti meydan muharebesi ile henüz mağlup edemeyeceklerini ve Avusturya ordusunun üstün Ruslar karşısında daha ziyade mukavemet etmeyeceğini görerek, garpta büyük ordu ile geri çekilerek nispeten doğuya yaklaşmak ve sonra Fransız ordusu karşısında bir müdafaa ordusu terk ederek geri kalan ordularıyla doğuya dönüp, Avusturya ordusu ile birlikte Rus ordusunu vurmak istiyorlar.
Pek güzel! Fakat bu defa Rus ordusu geriye, doğuya çekilmeye başlarsa ve bu orduyu yakalayıp ezmek mümkün olmazsa ve diğer taraftan Fransız ordusu mukavemet için yardım istemeye mecbur olursa, bu defa yine doğuda Ruslara karşı bir müdafaa kuvveti bırakıp batıya mı dönecek? Ve böyle mekik gibi bir doğuya, bir batıya gide gele Alman ordusunun hali ne olur?”
Atatürk, sözlerinde haklıdır. Genç yaşına rağmen Almanların bu iki cepheli savaş mantığını yanlış bulmuş ve onların manevralarını tenkit etmiştir. İşin neticesinde yıpranacaklarını da öngörmüştür.
Almanların Fransızlara karşı taarruzdan siper savaşına geçip savaşı durağanlaştırdığını ve uzattığını söylemiştik. Doğuda da Ruslara karşı ilerleseler de, savaşı sonlandıracak mutlak bir zafer elde edemiyorlardı. Bu durum karşısında Alman subayları da iki cepheli ağır bir savaşla karşı karşıya kaldıklarını idrak etmiş fakat artık geç kalınmıştı.
Rus kuvvetlerini doğuda meşgul edecek, İngilizleri Mısır’da ve Arap Yarımadası’nda üstüne çekecek, Almanların doğudaki ve batıdaki yükünü hafifletecek bir desteğe ihtiyaç vardı, o destek de gayri ihtiyari olarak Türkiye’den gelecekti. İşte, Yavuz ve Midilli’nin Çanakkale Boğazı’ndan geçmek suretiyle Karadeniz’e açılmaları ve Rusları abluka altına alıp Sivastopol ile Odessa gibi başlıca yerleri bombalamasının stratejik sebebi budur: Almanların, üzerindeki savaş yükünü hafifletmek istemesi.
29 Ekim 1914 tarihinde Odessa ve Sivastopol bombalandı. Enver Paşa, Karadeniz ablukasından haberi olmadığını söyleyip ”Ben donanmaya Karadeniz’e çıkıp Ruslara saldırması emrini vermedim” dese de, Alman ve Türk belgeleri, bunun doğru olmadığını göstermektedir.
Karadeniz olayına karşılık, Çanakkale Boğazı’nda hazır bekleyen İngiliz ve Fransız donanması, 3 Kasım 1914’te Çanakkale’nin Avrupa Yakası’nda bulunan Seddülbahir’e ve Seddülbahir Kalesi’ne ateş açtı. Kalenin çevresinde bulunan cephanenin de patlamasıyla birlikte 85 askerimiz orada şehit oldu. Bugün, 18 Mart Deniz Muharebesi ve 25 Nisan Kara Çıkarmaları’nın başlangıcından önce her yıl 3 Kasım günü ”Çanakkale’nin ilk şehitleri”ni anma programı kapsamında bu şehitler anılır.
5 Kasım 1914’te İtilaf Devletleri, Türkiye’ye resmen savaş açtığını ilan eder. Türkiye de 11 Kasım’da İtilaf Devletleri’ne savaş açtığını kamuoyuna duyurur ve 1. Cihan Harbi de bizim açımızdan resmen başlamış olur. Türkiye, bir oldu-bitti ile kendini Almanya safında bulmuştur.
Sonuç ve Değerlendirme
Almanlar öngörüsüz bir şekilde iki cephede birden savaşmanın bedelini ağır ödemiştir fakat bizi de yanlarına çekerek bu bedeli paylaşmak arzusunda bulunmuştur. İşin trajikomik kısmı, aynı Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nda da iki cepheli savaşmanın (İngiltere ve Fransa’ya karşı taarruzda iken Rusya’ya da savaş açıp müşgül duruma düşmüşlerdir) bedelini yine ağır ödemiştir. Görünen o ki, birinci harpte yaptıkları hatadan ders çıkarmamışlardır.
Türkiye açısından bu savaşta İttihat ve Terakki mensuplarını hiç bıkmadan suçlamak, işin en kolayıdır. ”İttihat ve Terakki olmasaydı, biz bu savaşta olmazdık” demek de gerçekçi bir bakış açısı değildir. Testi kırıldıktan sonra akıl veren çok olur. Büyük Frederik’in meşhur sözü de bu duruma iyi bir örnektir: ”Şimdi bildiklerimizi o anda bilseydik hepimiz birer ünlü general olurduk.”
Türkiye, öyle ya da böyle bu savaşa girmek zorunda kalmıştır. Bütün bir yazı boyunca anlattığım gibi Almanların bizi bu savaşta kalkan olarak kullanmak istemesi ve Enver Paşa gibi şan ve şöhret peşinde koşmak isteyen birisinin de yetkili olarak başımızda bulunması, bizim en büyük talihsizliğimiz olmuştur. Ancak yine de, sadece ”Enver yüzünden savaşa girdik” demek, tarih bilmemektir. Tarihin akışı içinde dönemin koşullarını iyi analiz etmeden sonuç elde etmeye çalışırsak, bu tip sığ yorumların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Almanların bu ince hamlesi karşısında biz, alternatif plan üretememenin akılsızlığını ve nihayetinde cezasını çektik.
Kaynaklar
- ”Sorularla Osmanlı İmparatorluğu” – Erhan Afyoncu
- ”Tek Adam, Mustafa Kemal” – Şevket Süreyya Aydemir
- ”Bozkurt Mustafa Kemal” – İngiliz Yüzbaşı Harold C. Armstrong.
Tarihe gönül vermiş, tarih bölümünde lisans yapmakta olan öğrenciyim. Akademik camianın havasını kısmen teneffüs ederek tarihe siyah ya da beyazdan değil de gri tonlardan bakmaya çalışarak bir şeyler üretme çabasındayım.